NASIL AMATÖR TELSİZCİ OLDUM? (YA DA OLAMADIM)

Ben bir köy çocuğuyum; ağzımda gümüş kaşıkla doğmadığım gibi hiç bir zaman "tuzu kuru" kategorisinde de olmadım.

Sene 1965. 5 yaşındayım. "Alamancı" olan büyük ağabeyim babama NECKERMANN marka bir "çanta radyo" getirmişti. (Aşağıda ortadaki resim bu radyonun resmidir.) O yıllarda radyo, büyük, oldukça büyük bir "şey"di. Neredeyse kendisi kadar büyük pilleri olurdu.

   

Philips lambalı radyo                                                                                                                             Neckermann radyo                                                                                                                             4.5v'luk yassı pil     

         

İşte büyük piller..                                                                                                                 Neckermann radyonun ark kapağı

Mesela, Çanakkale gazisi dedemlerin evinde Philips marka bir radyo vardı. En üstte soldaki radyoya benzeyen bu radyo, büyüklüğü, ağırlığı, pilleri ve belki de en önemlisi ehemmiyeti ve kıymeti sebebiyle, bir rafta sâbit dururdu. Arkasında, lambaların anot gerilimini sağlamak üzere dikdörtgen prizması şeklinde bir pil bloğu ile flaman akımını sağlayan büyüüük silindirik iki pil vardı. Uzunluğu 50 cm., yüksekliği 35 cm. ve derinliği de 20 cm. civanındaki bu "dev"in yanında, 26,5 cm uzunluğu, 18 cm. yüksekliği ve 8,5 cm. derinliği ile Neckerman markalı bu radyo küçük kalıyordu. Üstüne üstlük o kocaman pil bloğu ve devasa iki silindirik pile de ihtiyaç yoktu. 2 adet 4,5v'luk yassı pille (en üstte sağdaki resim) çalışan bu radyo TAŞINABİLİYORDU!

Görece kıymetli eşyalarını Anadolu insanı bir kılıf içine koyar ki başına bir iş gelmesin, yıpranması diye. İşte bu yeni çıkan radyolar için de bezden çantalar dikiliyor ve radyo içine konuluyordu. Bu yüzden de adı "çanta radyo"ya çıkmıştı. Herneyse, bu çanta radyo hayatımın -neredeyse- bütününü değiştirdi.

Evet, 5 yaşındaydım ve bir çocuğun düz mantığı içinde sorulara cevap buluyordum: Radyoda o kadar insanlar konuşuyor, türkü söylüyorlardı. Hatta zaman zaman babam radyoyu karıştırırken lisanlarını anlamadığım insanlar da konuşuyordu bu radyoda. O halde bu radyonun içinde bir sür insan olmalıydı; öyle ya, sesleri geldiğine göre o "kutunun içinde" olmaları gerekiyordu.

Meraktan çatlıyordum, zira radyo küçüçüktü ve şu sorunun cevabını bulmalıydım: O kadar insan bu kutuya nasıl sığıyordu? Çok kısa bir süre sonra cevabını bulmuştum elbette! O insanlar minicik olmalılardı. Böylece bu soruyu da atlatmış iken, bir başka soru takılmıştı aklıma: Peki ama bu kadar çok insan ne yiyor, ne içiyorlardı? Öyle ya, minicik insanların sesi her gün duyulduğuna göre yaşıyorlardı ve yiyip içiyorlardı. Bu sorunun cevabını da çok geçmeden bulmuştum: "Ben küçüğüm, erkenden uyuyorum, annemle babam ben uyuduktan sonra yiyecek ve içecek veriyorlardır."

Bütün sorularıma çocuklara mahsus düz mantıkla cevap bulmuştum; ama bu "küçücük insanları" görmek düşüncesi bir sivilce gibi başlayıp bir çıbana dönüşüyordu beynimde. Bu minicik insanları görmeliydim!

O yıllarda oturduğumuz evimizin altında -çeşitli amaçlarla kullanılan- mağaralar vardı; ki biz bu mağaraların bir yeraltı şehrinin parçası olduğunu çook yıllar sonra öğrenecektik. Bu mağaralarla ilgili ortalıkta bir sürü "alacakaranlık kuşağı" hikayeleri dolaştığı için, evde yalnız kalmaktan çekinir, korkardım. İçimde bu korku ile merakın yarışı başlamıştı. Bir gün merak galip geldi ve annemin bir iş için evde olamayacağı, kardeşilerimin de dışarıda olduğu bir gün evde yalnız kalmak istedim. Heyecanla annemin gitmesini bekledikten sonra, evin dış kapısının mandalını sürgüleyip kapıyı kilitledim, bir çay kaşığı aldım ve radyonun arka kapağındaki tek vidayı açtım.

O da ne?!! Radyonun içinde insanlar yoktu! Ama nasıl olabilirdi bu? Seslerini duyuyordum. Beynim son sürat çalışmaya başladı.. O yıllarda üretilen radyoların ara frekans transformatörleri oldukça büyük olurdu ve etrafı bir metal kutuyla ekranlanırdı. Bu radyonun içinde de irice birkaç metal kutu vardı. Sesi duyulan insanları göremediğime göre bu insanlar olsa olsa bu metal kutuların içinde olabilirlerdi. Hem ilk yasak iş denemem olduğu, her radyoya zarar veririm düşüncesinin doğurduğu korku ve hem de yakalanmak riski yüzünden radyonun kapağını kapatıp vidaladım. O günden sonra gittikçe artan merakımla korkumun savaşı başladı beynimde. Bu savaş içinde ben tekrar evde yalnız kalmanın yollarını aramaya koyuldum. Bir gün istediğim fırsatı yakaladım. Tekrar kilitleme ritüelimi gerçekleştirip aldım çay kaşığını elime, açtım tek vidayı. İşte küçük insanların evi olan metal kutular karşımda idi. Metal kutuyu tutan tırnaklı telleri kenara ittirmeyi akıl ettim ve hoooop metal kutuyu kaldırdım. Aman Allahım! O da neydi? Kutunun içinde insan yoktu! Derhal diğer kutuları da açtım ve hiç birinde insan olmadığını gördüm. Hayallerim mi yıkılmıştı, düşüncelerim mi iflas etmişti bilemiyorum; ama  çocuk beyni uğultular, şaşkınlık, hayret, korku, endişe, merak ... velhasıl onlarca değişik his doldurmuştu. Peki ama ... ama ... nasıl yani... nasıl olur... neredeler... bu sesler nereden geliyor... gibi sorular biribiri ardına beynimi istila etmeye başladılar. Bu işi öğrenmeliydim, sebebini, nasılını, niçinini.. işte o gün başladı bendeki amatör telsizcilik merakı, inanması zor ama 5 yaşımdayken ve yarım asırdan fazla bir süredir devam ediyor.

ACABA AMATÖR TELSİZCİ OLABİLDİM Mİ?

İşte burada başlıktaki konu gündeme geliyor. Acaba bir amatör telsizci olabildim mi? Amatör telsizci olmak, ilgili kamu otoritesinin açtığı sınavda başarılı olup belge almakla tamama eren bir statü müdür? Yoksa amatör telsizcilik bir statüye girdikten sonra, belli faaliyetlerle bu statüyü devam ettiren, ilerleten bir süreç midir? Şahsî kanaatim bir süreç olduğu yolundadır. Bu açıdan baktığımda, amatör telsizci olup olmadığımı hep soruyorum kendi kendime.

....

Bu boşluğu siz doldurun; kendinizi düşünerek, kendi yaptıklarınızı ve yapmadıklarınızı düşünerek.